Bu Blogda Ara

9 Ekim 2017 Pazartesi

WIKIPEDI VE WIKIMEDIA ULAŞIM ENGELLENMESİ HAKKINDA

Wikipedi ve Wikimedia hakkında.
Kanımca Wikipedi ve Wikimedia ya ulaşım kısıtlaması doğru bir davranış değildir. Sorun aleyhimize bazı paylaşımlara imkan vermeleridir: Burada önemli olan bizim de bu haksız paylaşımlara cevap verme, haklı olduğumuz konuları Türkçe ve yabancı bir lisan da paylaşabilme olanağımız olmasıdır.
Bu dünya kamu oyuna açılan önemli bir penceredir.
Wİkipedi ve Wikimedia ya ulaşımın engellenmesi haklı olduğumuz konuları dünya ya duyurabilme, yapılan yanıltıcı yayınlara cevap verebilme olanağımızı ortadan kaldırmaktadır.
Biz ne yapıyoruz, tembelliğimizden ve bilgisizliğimizden böyle bir hakkı kullanmak yerine bunu kapatarak devekuşunun korunmak için kafasını kuma gömmesi gibi sanki kendimizi koruyoruz.
Bizin kendimizi, dinimizi, inançlarımızı, örf ve adetlerimizi korumamıza ihtiyacımız yoktur, biz onlara zaten sahip çıkıyoruz. Burada sorun dünya ya bunları doğru tanıtmak ve ülkemize karşı yapılan haksız ve yanıltıcı yayınlara cevap vermektir. BAŞARI BİZİM WIKIPADİ VEYA WIKIMEDIA YA ULAŞIMI ENGELLEMEK DEĞİL, BAŞKALARININ BUNU YAPMASINI SAĞLAMAKTIR. ÖRNEĞİN ERMENİSTAN WİKİPEDİ YE ULAŞIMI ENGELLEMESİDİR.

2 Ekim 2017 Pazartesi

TAŞERONLUK HAKKINDA

TAŞERONLUK HAKKIN DA
Büyük bir ihtimalle taşeronluk ve taşeronlar hakkında yazacaklarım bir çok kişinin hoşuna gitmeyecektir. Bunda çoğunlukla balık hafızasında olmamızın çok fazla yeri vardır.
Önce taşeronluk sistemine geçmeden önce eminim çok bildiğiniz bir fıkrayı paylaşmak isterim:
Köylünün birinde bir inek varmış. Günde 40-50 kg süt veriyormuş. O kadar meşhur olmuş ki zamanın devleti bu ineği alıp üniversite akademisyenleri ile beraber sırrını çözmek ve tüm inekleri bu yönde geliştirmek istemişler. Çok yüksek bir ücretle bu ineği satın alıp mükemmel bir besi çiftliğine yerleştirmişler. Büyük bir özenle besleyip, bakmaya başlamışlar. Bir kaç gün sonra inek giderek daha az süt vermeye başlamış. Bir müddet sonra da tamamen sütten kesilmiş. Ülkenin en önde gelen veterinerleri ineği muayene etmiş. Çeşitli yöntemler uygulamışlar ama nafile. Sonun da ineğin eski sahibini bulup  ineğin yanına getirmişler. Durumu izah etmişler neden sütten kesildiğini sormuşlar. Eski sahibi ineğin yanına gelmiş, kulağına eğilmiş bir şeyler fısıldamış. İnek bir den canlanmış ve tekrar süt vermeye başlamış. Her kez memnun ayrılmışlar. İnek bir ay daha aynı şekilde süt vermiş, sonra tekrar süt azalmış ve sonunda tamamen kesilmiş. İlk denemeden iyi sonuç alan idare yine eski sahibini çağırmışlar, mecburi. Adam tekrar eğilmiş ineğin kulağına bir şeyler söylemiş. İnek kafasını sallayarak eski sahibine bir şeyler söylemiş. Eski sahibi ümitsiz bir şekilde, merak ile bekleyenlere " Bu sefer işe yaramadı," demiş. Yöneticiler merakla sormuşlar. ne oldu? Hem iki seferde bir şeyler konuştunuz onunla gibi geldi bize demişler.
Eski sahibi, bende iken de böyle yapardı, bende kulağına " tercih senin," ya sucuk olursun, yada süt vermeye devam edersin" derdim" her şey düzelirdi. İlk seferde aynısını söyledim, değince müdür hemen atılmış " Aman efendin bunu nasıl söylersiniz, o devlet malı artık. Zarar veremezsiniz." Müdür o size bu sefer ne dedi diye sormuş?  Eski sahibi çaresizlik içinde " oda sizin söylediğinizi söyledi. "Ben artık devlet malıyım, bana zarar veremezler"
Söyleyeceklerim esasında bu burada özetlenmiş gibi.
İlk düşünmemiz gereken taşeronluk sisteminin neden bu kadar yaygınlaşması olmalı.
Bir dönem İstanbul ve hemen hemen her ilin çöp sorunu çözülmesi imkansız bir hale gelmişti. İkide bir ayağa kalkan çöpçüler. sokakları çöp yığınlarına döndürdüler. Bir kişinin yapabileceği işi on kişi bile yapamıyordu. Buna birde siyasi otoritelerin görevlerini kötüye kullanıp sırf politik amaçlarla  işçi almaları ve aybaşından aybaşına uğrayıp maaşlarını alanlar eklendi. Çöp işi yalınız bir örnekti. Hemen hemen devlete çalışan her iş kolunda bu böyleydi. Hastaneler pislikten geçilmiyordu.
Bence sorun taşeronluk sisteminde değil, bizim her işimizde olduğu gibi düzenlemelerin iş işten geçtikten sonra yapılmasıdır.
Taşeronluk sistemini kaldırmak yerine, iş kanunu kapsamında yeniden yapılandırmak ve çalışma güvenliği, sosyal hakları ve sık sık değişen ama hep aynı kişilerden oluşan taşeron firmaların yeterlilik ve sürekliliğinin sağlanması yönüne gidilmelidir. Eşit haklarda, güven içinde  çalışan işçiler eğer sistemden şikayet ediyorlarsa bence çalışmaktan şikayet ediyorlar demektir.
Kısacası yaşananları tekrar yaşamanın kimseye bir faydası yoktur.

29 Eylül 2017 Cuma

VERGİ ZAMLARI VE EKONOMİMİZ

Bence korkunç bir durum var. Ya bakanlar kendilerine deklere edilenleri son dakikada duyuyorlar ve alel usul cevaplar veriyorlar, yada bu bakanlar hiç bir şeyden anlamıyor. Bu bir hakaret değildir, bu bir gerçeği araştırmaktır.
Sayın bakan, tüm milletin gözlerinin içine baka baka basit bir hesap yapıyor. Diyor ki ne olacak 940 TL yerine 1200 TL verecek, hemde iki taksitte diyor.
Şimdi sayın bakana soruyorum:
Siz bağcıyı dövmek mi istiyorsunuz yoksa üzüm yemek mi? Bir kişi açısından bakıldığında durum öyle görünebilir ama Firmaların envanterlerinde birden çok araç vardır. Firmanın büyüklüğüne göre de araç sayısı çoğalır. Şimdi bunun o firmaların maliyetlerine nasıl etkileyeceği sizin söylediğiniz kadar basit değildir. Bu zaten maliyet sıkıntısı içinde ki firmaları zorlayacak, bunu finanse etmek için ise işçi çıkarmalara yönelecektirler. Maliyetleri arttığından ihracat güçleri daha da zayıflayacaktır.
Türkiye nin en çok ihracatına katkı sağlayan otomatif sektörü bu vergi artışları nedeniyle üretim sorunu yaşayacak ve güç kaybedeceği kesindir. Bu vergi artışları başarılı firmaları bir nevi cezalandırmaktır.
Türkiye de yatırım yapmak isteyenlerin böyle keyfi vergi artışları nedeniyle yatırım yapmak yoluna gitmeyecekleri de kesindir. Eğer kafanızı kaldırıp etrafınıza bakarsanız, bizden çok daha geri olan bir çok komşumuzun kısa zamanda bize yetişip, bizi geçtiğini görürsünüz. Bunun sebebi evrensel ekonomik kurallara uygun büyümeleridir. Siz enflasyon %5-6 yı geçmediğini resmi ağızdan ilan eder sonra %40-20 vergi zammı yaparsanız tüm dünya ya karşı inandırıcılığınızı kaybeder ve güvenilmez olursunuz.

25 Eylül 2017 Pazartesi

ALMANYA SEÇİMLERİ

ALMAYA SEÇİMLERİ BİTTİ. TÜM SİYASİLER BİR MASA BAŞINDA TOPLANDI VE ÖNCE ALMANYA'NIN MENFAATLERİ MESAJI VERDİLER. SIRA GELDİ BİZİM MONŞERSİZ SİYASETİMİZE. ESTİK, GÜRLEDİK, RESTLER ÇEKTİK, VATANDAŞLARIMIZA TELKİNLERDE HATTA DİREKTİFLER VERDİK. SONUÇTA ZATEN KRİTİK BİR DURUMDA OLAN AŞIRI SAĞ PATİLERİNİN EKMEĞİNE YAĞ SÜRDÜRDÜK VE BU PARTİNİN ALMANYA'NIN 2. PARTİSİ OLMASINA BÜYÜK KATKI SAĞLADIK. 
PEKİ YA ORADAKİ, VATANDAŞLARIMIZIN DURUMU BUNDAN SONRA NE OLACAK? BU KİMSENİN UMURUNDA DEĞİL. MONŞERSİZ DIŞ POLİTİKAMIZ MAALESEF ORADAKİ VATANDAŞLARIMIZIN GELECEĞİNİ DÜŞÜNMEK ZAHMETİNDE BULUNMADI. İŞİN GARİBİ BİZİM ORADA Kİ VATANDAŞLARIMIZIN DA UMURUNDA OLMAMIŞ DEMEK. O OY PUSULALARINA İSİM YAZAN VATANDAŞLARIMIZ SONUÇLARDAN KİMSEYİ SORUMLU TUTMAMALIDIR, TEK SORUMLU BİZZAT KENDİLERİ OLACAKTIR. DIŞ POLİTİKALAR GÜNLÜK OLAMAZ. BÖYLE BİR POLİTİKA UYGULANMASI HALİNDE BU POLİTİKA YOK DURUMUNDA OLUR. BUNDAN BÖYLE ALMANYA'DAKİ TÜRK VATANDAŞLARIMIZIN DURUMU KARADENİZ'İN FINDIK ÜRETİCİLERİNDEN FARKLI OLMAYACAKTIR.

4 Ağustos 2017 Cuma

ADALET İSTERKEN

Adalet isterken, neleri yanlış, neleri eksik gördüğümüzü de açık bir şekilde belirtmemiz gerekir. Adalet arıyoruz veya istiyoruz diye yola çıkmak askıda kalan bir mevhumu aramak gibi olur. Şu an uygulama nedir, neden adaletin her kese aynen uygulanmasında sorunlar çıkıyor açık bir şekilde belirtilmelidir.
Devletin adaleti şekillendirmesi adaletin her keze eşit uygulanmasında sorunlar çıkaracağı kesindir. Verdiği veya vereceği kararların siyasi erk tarafından nasıl değerlendireceğini bilemeyen hakim doğru ve adil karar vermesi beklenemez. Dünyada ki uygulamalara baktığımızda da şu açık olarak görünür.
Uygulama savcıların hükumet veya başkanlar tarafından atanması ama hakimlerin kendi iç dinamikleri ve belirlenmiş iş kariyer başarılarından tarafsız, etik, kurullarca değerlendirilmesidir.
Demokratik devletlerin bizi ciddiye alması ve bizimle hukuksal olarak iş birliğinde olabilmesi için bazı konuların açık ve anlaşılabilir olmalıdır.
1-Terör kavramı iki ucu açık bir kavram olmaktan çıkarılmalı. Kesin sınırları ve tarifi yapılmalıdır. Tüm dünyada geçerli bir terör tarifi vardır. Silah ve güç içermeyen faaliyetlerin terör kapsamında değerlendirilmesi dünya sizin kafanıza göre insanları terörist ilan edep etmediğinizden emin olmalıdırlar.
2-Teröre yardım ve yataklık kavramı da açık olarak belirlenmelidir. Fikren değil, fiilen teröristlere yer, mühimmat, nakil, finansal destek, Teröre yardım ve yataklık da şu unutulmamalıdır. Kalem ve söz ile insan öldürülemez.
3-Terör ile mücadelede şeffaf olmak devletleri baskıcı, soykırımcı ve gerçekten sivil halkı değil teröristleri hedef aldığından kimsenin kafasında bir soru işareti kalmamasını sağlar. Terör eylemlerinin üzerine giderken dünya basınını yanınıza almanız, insanların size inanmasını, terörist dediklerinizi sivil halktan ayırdığınızı dünya kamu oyuna gösterir ve onları mağdurlar olarak değil terörist olarak görmelerini sağlar.
Yoksa ben terörist diyorum sizde öyle kabul edin görüşü ülkemiz için geçerli olsa da dünya kamu oyu için geçerli olamaz.
4-İnsanları önce tutuklayıp sonra aylar geçen süreler sonunda tutuklama nedeni ve savci iddianame hazırlanması insan haklarına ve suçun tarifine uymamaktadır.Dünyanın bu insanları madur olarak görmesi gayet mümkündür.
5-Mevki sahibi insanların ağzından çıkacak sözler çok önemlidir. Türkçe konuştuğunuzda sizi yalınız Türk halkının duyduğunu düşünmeniz çok yanlıştır. Özellikle lider konumunda ki insanlar uluslar arası sorunları diplomatik yollarla ve masa başında çözmeye çalışmalıdır. Fransa ile en gergin zamanlarda, Almanya ile sorunlarda, bu ülkeler halklarına sorun yaşadıkları ülkeleri şikayet etmemişlerdir. Hitler ve Musolini bu örneklerin dışında dır.
6- Milli veya Türk usulü adalet olmaz. Adalet kavramları evrenseldir. Bu evrensel ilkelerin dışında uygulamalar üretmek o milletleri yalnızlaştırır ve diğer ülkeler ile sorunlar yaşamak durumunda kalırlar.
7-Devletler şeffaf olmak zorundadırlar. Savaş muhabirleri bu nedenlerle vardır. Dünya kamu oyu önünde korkmadan, çekinmeden, uygulamalarınızın doğruluğundan emin hareket etmek ve dünya basınının sizi en yakından izlemesini sağlamak size olan inandırıcılığı en üst seviye taşır. Böylece dünya ülkeleri siz istemeden sizin yanınızda olur. Yoksa, benim söylediklerime, gösterdiklerime inanacaksınız savı belki ülke içinde rağbet görür ama o kadardır.
8-Gizli tanıklık uygulaması muhakkak gözden geçirilmeli ve kimlerin gizli tanık olabilecekleri açıkça belirtilmelidir. Dünya da çok geçerli olan bu uygulama muhakkak yasal delillere dayandırılmalıdır. Ben geçiyordum onu orada gördüm. İfadesi muhakkak resim, ses kaydı, belgeler ile desteklenmelidir. Aksi takdirde insanlar bunu bir iftira olarak görebilir. Savcılarla yapılan anlaşmalar muhakkak somut delilere dayandırılmalıdır. yoksa aynı suçu işleyen iki kişiden birini cezalandırırken diğerini mükafatlandırmak olur ki bu yanlış ve izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bu şekilde alınan ifadeler ile suçlananları dünya kamu oyu suçlu olarak değil mağdur olarak görür.
9-İnsanları önce tutuklayıp sonra suç aramak dünya kamu oyunda mağdur yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Tutuklu gazeteciler buna örnektir. Haklı olsanız bile yalnız uygulamanız nedeniyle dünya kamu oyunda onları mağdur kendinizi zalim durumuna getirirsiniz. Delileri karartma olamaz, çünkü artık göz önündedirler. Yapacakları her yanlış hareket aleyhlerine çalışacaktır. Bir tek ülke dışına kaçmaları söz konusudur ki sınır güvenliğini sağlayamayan bir ülkede konuşulacak fazla bir şey yoktur zaten. Elektronik kelepçe tak, peşine birini tak vs vs vs. Bu gibi insanların bir şekilde yurt dışına kaçmaları halinde devletlerin bunları suçlu gibi değil, mağdur gibi karşılayacağı kesindir.
10-İnsanlar fikirlerini rahatça ve korkmadan açıklayabilmeli, tartışabilmelidir. Fikir tartışmalarının olmadığı yerlerde kaba kuvvet hüküm sürmeye başlayacaktır. Yakalanan PKK lılara neden PKK lı oldukları sorulmuşmudur acaba, sorulduysa bunlar açıklanmışmıdır, tartışılmışmıdır. Bu gibi konuların tartışmaya açılması teröristlerin elini zayıflayacak en önemli kriterdir. Yıllarca sorunların üzerine fondöten sürerek çözülmüş gibi göstermek yerine gerekli ilaçlarda tedavi etmek yönüne gidilseydi,  bu gün bir çok sorunu yaşamıyor olabilirdik.
Ülke içinde ki bir azınlığı dünya kamu oyunda mağdur olarak göstermek tamamen bizin ülke yönetimlerimizin uygulamaları neticesidir. Bizim terörist ilan ettiğimiz PKK ya Avrupanın kuçak açması tamamen o yörelerdeki feodal (Aşiret) yapılarına dayanmaktadır ve o feodal yapıya karşı çıkanları ise halk oyları mağdur olarak görmektedir.
11-Laiklik prensiplerinden taviz vermememiz gerekir. İslam dünyasının içinde bulunduğu karmaşa laik anlayıştan uzak yönetimlerle idare ediliyor olmalarıdır. Laiklik dinsizlik değildir. Dinle devlet idaresini bir birinden ayırmak, insanların inançlarında ve bu inançları uygulamalarında özgür bırakmak, irada hakimiyetini en üst düzeyde geliştirmektir. Şortlu bir kız gördüğünde tahrik olmamak, sarıklı ve cübbeli birinden de rahatsız olmamaktır. sana helal olmayana gözle bile bakmamaktır. İnsanların ilim ve bilimle uğraşmaları durumunda dinden kopmayacaklarına inanmaktır. Tarikatlar dini kullanarak oluşturdukları kayıtsız şartsız kendilerini akıllarını, ianançlarını bir kişinin emrine vermelerinden kaynaklanan güç ile devlet idaresini ellerine geçirmek emelleri arap dünyasını bu gün içinde bulundukları kaos durumuna getirmiş ve gelişmiş ülkelerin sömürgeleri olamalarına neden olmuştur. İşte laiklik ilkesi bunun önüne geçmek, güçünü dinden değil halkdan alan yönetimler kuruarak gelişmelerin önünü tıkamamak prensibinden kaynaklanır.
İslam ülkelerinin içinde bulunduğu durum işte bu ilkelerin olmamasından dır. Bilim ve ilimden uzak, çeşitli dini gurupların ülke veya yöre yönetimlerinde söz sahibi olma faaliyetleri, kadını değersizleştirerek sekse dayalı bir erkek hegemonyası kurulması çatışmalara, kan dökülmelerine, birlik oluşturamamalarına neden olmakta ve emperyalist ülkelerde bunları rahat rahat kullanmaktadırlar.Şayet İslam ülkelerinde Amerika, Rusya, Japanya, Almanya, İngiltere deki teknoloji ve ilim olsaydı, laiklik ilkeleri çerçevesinde dünyayı yönetenler İslam ülkeleri olurdu. İnsanlar Müslüman ülkelerde batı ülkelerine kaçmaz aksine oralardan Arap ülkelerine göç başlardı.
Laiklik ilkesi ile bir çok hoca kılıklı sapıkların, kendi sapıklıklarını İslam dinine yamama imkanı bulamazlardı. Laiklik ilkesi ile İslam dini kafa kesen, kendi ile yüzlerce masum insanı öldüren canlı bomba  teröristler gibi anılmak yerine dünya da lider teknolojik ve bilimsel aşamaları ile anılır olurdu.Atatürk'ün laikliği gerçek manada anlatmaya ömrü yetmediği gibi ondan sonra gelenlerde hiç mi hiç anlamadı. Türkiye, Araplaştırılmadıkça bunu başarabilecek tek ülke durumundadır.

30 Mayıs 2017 Salı

Voltaire’den Dünya’ya Damgasını Vurmuş 22 Vecize!..

Voltaire’den Dünya’ya Damgasını Vurmuş 22 Vecize!..
Voltaire, 1694 ile 1778 yılları arasında yaşamış, 18. Yüzyıl Fransa’sı için dönemine damgasını vurmuş yazar ve filozoftur.  Eserleri kadar, çağının insanlarına yol gösterici vecizeleri ile de ünlüdür
1-Yaşam bir rüyadır, ölüm ise bir uyanış.
2-Kendilerini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler yalnız kölelerdir.
3-Söylediklerini kabul etmeyebilirim ama bunları ifade hakkını ölene kadar desteklerim.
4-Birçoğu yanlış düşünür, bazıları hiç düşünmez, gerisi düşünenleri kötüler.
5-Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen başkalarını değiştirmeye çalışmada şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.
6-Pek az insan başkalarının deneyimlerinden yararlanmayı bilecek kadar akıllıdır.
7-Kendinden daha güçsüz olanlara güç gösterisinde bulunanlar ancak korkaklardır.
8-İnsan, zekâ karşısında eğilmeli, ama şefkat karşısında diz çökmelidir.
9-Kendini akıllı sanan herkes aptaldır.
10-Yapabildiğin kadar söz ver, sonra söz verdiğinden daha fazlasını yap.
11-Hırs bir teknenin yelkenini şişiren rüzgâra benzer. Fazlası tekneyi batırır, azı tekneyi olduğu yerde saydırır.
12-Korku suçu, suç cezayı doğurur.
13-Kötü insanlar, yeryüzüne serpilmiş bir avuç iyi insanı sınamaya yarar.
14-Kendimizden güçsüz olanlara öfkelenmek kendi güçsüzlüğümüzün göstergesidir.
15-Tarih, üzerinde fikir birliğine varılmış masallardır.
16-Batıl inanç ve cehaletten oluşan fanatizm, bütün asırlar boyunca bir hastalık olmuştur.
17-Cesur olduğumuzu, ancak tehlike ile karşılaşınca anlarız. Ama tehlikeleri seçemeyen adama hemen kahraman gözü ile bakmak yanlıştır.
18-Çalışmak bizi şu üç büyük beladan kurtarır: Can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluk.
19-Ne kadar çok bilirsen, o kadar az emin olabilirsin.
20-İnsanın karşısına iyilik etme fırsatı kötülük etme fırsatından çok daha az çıkar.
21-Dil dökenin yüreğinde kötü niyet saklıdır.
22-Küçük insanların büyük gururları olur.”

Kıssadan hisse: “Koyunlar ömürlerini kurtlardan korkarak geçirirler.   Hâlbuki eninde sonunda onları yiyenler başlarındaki çobanlarıdır!”  (Anonim). Erdal Akalın (29.05.2017)

8 Mayıs 2017 Pazartesi

OKULDA Kİ CİNAYET VE SORUMLULARI

OKULDA Kİ CİNAYET İÇİN TİMSAH GÖZ YAŞLARI DÖKENLER:
Her gün hemen hemen her kanalda izlenmeye sunulan dizilere bir göz atın lütfen. Kaba kuvvet, dövüş, silahların konuşması, yasaları kendilerinin uygulamak isteyen babalar, çocuklar vs. vs. 
İşte bunların etkisinde kalan çocuk kabadayılığı fazilet, kendini vazgeçilmez sanarak kendi adaletini uyguladı. Olay bu kadar basittir ama çözümü ve burada uygulanmak istenen amaç çok daha karışıktır.
Özellikle Radyo televizyon üst kurulu saçma sapan reklam uygulamaları ile uğraşmayı bırakıp, bu dizilerin içeriklerini inceleseler çok daha iyi olacağını sanıyorum.

13 Nisan 2017 Perşembe

HASAN ARSAN

HASAN ARSANhttps://twitter.comKILIÇDAROĞLU O GECE KİMLE GÖRÜŞTÜ
SAYIN ULU ORTA KONUŞANLAR, KILIÇTAROĞLU'NUN 40 DAKİKALIK TELEFON KONUŞMASINI BİLDİĞİNİZE GÖRE KİMİNLE NE GÖRÜŞTÜĞÜNÜ DE BİLİYORSUNUZDUR. LÜTFEN AÇIKLAYIN, AÇIKLAYIN Kİ ÇAMUR AT İZİ KALSIN POLİTİKASI YAPMADIĞINIZ ANLAŞILSIN. BUNUN İÇİN ELİNİZDE HER TÜRLÜ GÜÇ VAR.
Şu an ki söylevler gösteriyor ki evet çıkması halinde ilk hedef şu an ki muhalefet partisi olacaktır. Bunun sonucu Türkiye de tek partili bir yönetim şekli oluşacaktır.Oda devlet partisi olan başkanın partisi olacaktır. Bu son seçme şansımız olabilir. Kaldı ki hayır çıkması halinde milletin kararına rağmen OHAL devam ettirilerek yinede gücünü ne halktan nede anayasadan alan bir yetki ve güç kullanılmaya devam edecek ama bu sefer de anayasayı çiğneme suçu da devam edecektir.

6 Nisan 2017 Perşembe

MECLİS ÜSTÜ MECLİS OLUŞABİLR Mİ?

Lütfen sayın Reisi cumhurumuz. Neden başkan yardımcılarına bir sınır koymadınız açıklayın. Sizin için değil hani bu sistem sizden sonrakiler içindi ya onun için açıklayın. Sizden sonra faraza Ahmet bey olursa her biri kendi yetkileri ile donatılmış 50 kişilik bir meclis oluşturabilir mi? Bu meclis seçilmiş meclisin yetkilerinden çok ama çok daha fazla yetkiyle donatılmış olmaz mı?

4 Nisan 2017 Salı

OHAL yetkilerinin anayasa kapsamına alınması

OHAL ile sağlanan yetkilerle uygun bulunmayan mahkeme kararları için hakimler açığa alınıyor. Oysa kız çocuğu erkek çocuğu ayrımı yapmadan çocuklarımızı taciz edenler (Bademleyenler) tahliye ediliyor, Lütfen bir an gözlerinizi kapatın ve kendi çocuklarınızı bademlediklerini düşünün. Bunlar tutuksuz yargılanıyor. İşte yeni anayasanın getireceği yeniliklerden biri. OHAL yetkilerinin kalıcı bir hükumet sistemi olmasını sağlamak...Hükumetin atayacağı HSYK nın gücü bu olacak.

3 Nisan 2017 Pazartesi

HİKAYE BAŞKA OLABİLİR AMA SONUCU AYNI OLACAKTIR, DİKKAT ET TÜRKİYE...

CEMAL TUNÇDEMİR
Çok değil 10 yıl öncesine kadar, Latin Amerika solu için Venezuela bir başarı öyküsüydü. Bugün, orta gelirli bir ülkenin ancak çok ciddi bir savaşla yaşayabileceği düzeyde bir sosyal ve ekonomik çöküntünün girdabında. 30 milyon nüfuslu ülke, sadece dünyanın en kötü ekonomik görünümüne değil, Batı Yarımküredeki en ciddi insani krize de sahne oluyor. Sadece 2016 yılında ekonomi yüzde 19 daha küçüldü. Bu küçülme oranı ülke bir savaşta bile olsa vahim bir oran olurdu. Venezuela bir savaşta bile değil. Enflasyon yüzde 700’lerde. En temel ilaçlar bile bulunamıyor. Bütün dünyada yıllar önce yok olmaya yüz tutan difteri hastalığı Venezuela’da yeniden başgösterdi. Sıtma ve kolera salgınları hızla artıyor. Ve bunlara karşı koyabilecek bir sağlık sistemi yok. Yakın yıllara kadar Venezuela hükümeti, en yoksul mahallelere bile hastane açmakla övünüyordu. Şimdi bu hastanelere yolu düşen yoksullar, orada yiyecekleri yemeği, sargı bezini, yara bantını vs kendileri evlerinden götürmek zorunda.
Ülkenin gıda stokları tükenmiş durumda. Marketlerin rafları boş. Ülkedeki tek bolluk kuyruklarda. Ekmek ve temel gıda maddelerini alabilmek için bile saatlerce bazen günlerce kuyruklarda beklemek gerekiyor. Sık sık yağma olayları yaşanıyor. Venezuela parası ‘bolivar’ın hiçbir değeri yok. Teraziyle tartılarak miktarının tespit edilmesi sık rastlanan bir görüntü. Çıkan isyanları ve her türlü protestoyu hükümet şiddetli şekilde bastırmaya çalışıyor. BM’ye göre Venezuela şu anda dünyada en fazla şiddet yaşanan ülkelerden biri. Bir zamanlar Güney Amerika’nın cazibe merkezi olan Caracas’ta kimse akşam karanlığı çöktükten sonra mecbur olmadıkça dışarı çıkmıyor. Çeteler tarafından ilan edilmiş gayriresmi sokağa çıkma yasağı var. Caracas, dünyada cinayet oranı en yüksek şehirlerden birine dönüşmüş durumda.
Peki ne oldu da böyle oldu? Venezuela’nın parası olmadığı için mi? Hayır. Venezuela, dünyanın en büyük petrol rezervine sahip ülkesi. Yerin altında Suudi Arabistanınkinden bile fazla petrolü var. Son 15 yılda sadece petrolden 1 trilyon dolardan fazla gelir elde etti. Elbette ki son yıllarda petrol fiyatlarındaki düşüşün gelirde azalmaya yol açtığı bir gerçek. Ancak Venezuela’da olan biteni bununla açıklamak mümkün değil. Daha, ham petrol varil fiyatının 100 doların üzerinde seyrettiği 2014 yılında bile Venezuela’da temel ihtiyaç ürünlerinde kıtlıklar başlamıştı. Gerçek şu ki Venezuela yıllardır kötü politikalar ve berbat kararlarla yönetiliyor ve halk da bu kötü politika ve kararları, günü kurtaran küçük menfaatleri karşılığında sürekli ödüllendirdi. Halk, ülkesini nasıl bir felakete sürüklediğini farkettiğinde ise artık çok geçti.
Devletin kasası başkanın kumbarası
Hugo Chavez, 1998’de ilk kez aday olup ‘petrolün parasını ülkenin yöneticilerine ve bir avuç zengine değil halka yedireceğim’ dediğinde bu, yolsuzluklardan bıkmış yoksul halkın kulağına müzik gibi geldi. Yüzde 56 oy ile devlet başkanı seçildi. İlk yıllarında ılımlı merkez sol politikalar yürüttü. Farklı politik kesimlerden isimleri de çeşitli görevlere atadı. Yabancı yatırımcıları ülkesine yatırıma davet etti. Fakat gücü arttıkça kendisine başka bir rota çizmeye başladı. 2005 yılında ‘21’nci yüzyıl sosyalizmi’ adını taktığı ve ‘Chavismo (Çavizm)’ diye anılan yönetim felsefesini ilk kez açıkladı. Aslında tam bir sosyalizm de değildi bu. Özel şirketler ekonomik faaliyetin büyük kısmını yürütüyordu ama bu özel şirketler, devletten tamamen bağımsız değildi. Birçoğunun arkasında Chavez ve adamları vardı.
Chavez, Ulusal Kalkınma Fonunu (FONDEN) kurdu ve bu kamu şirketinin bünyesinde topladığı hiçbir şeffaflığı olmayan fonlarla, ülkenin milyarlarca dolarlık gelirinin nasıl harcanacağının tek belirleyicisi oldu. FONDEN 11 yıl önce kurulduktan sonra petrolden gelen milyarlarca doları, semt havuzu inşaatlarından, Rus savaş jetleri almaya kadar, sadece Chavez’in kişisel onayına dayanan ve hiçbir parlamento denetiminden geçmeyen yüzlerce projeye akıtmaya başladı. Öyle ki, sosyalist yönetimin 2008 krizinde batacak Wall Street ikonu Lehman Brothers’a bile önemli oranda para yatırdığı sonradan ortaya çıkacaktı. Fon, 2012 yılında ülkenin tüm kamusal yatırım harcamalarının yarısını yapar hale gelecek kadar büyüdü. Sadece 2005-2012 arasında en az 100 milyar dolardan fazla parayı hiçbir ekonomik getirisi olmayan, çoğu yarı inşaat olarak kalan ölü yatırımlara gömdü. Fonden’in toplamda ne kadar para harcadığını bilmek ise mümkün değil. Muhalifler bu fona, tek bir imza ile milyar dolarları istediği yere aktarıp kimseye hesap vermek zorunda olmaması nedeniyle, ‘Chavez’in kumbarası’ adını taktı.
Ülkenin parası üzerinde kendinden önceki hiçbir devlet başkanının sahip olmadığı bu denetimsiz yetkiyi seçimlerde bir avantaja dönüştürdü. Paradan küçük bir bölümü, daha önce hiç yatırım görmemiş varoşlara ve kırsal kesimlere akıttı. Ancak istihdam yaratıcı kalıcı çözümler getiren yatırımlar olarak değil. Doğrudan azar azar nakit para dağıtma üzerine kurulu bir sistem. Bundan dolayı ‘Chavez’in rüşvet fonu’ da deniyor. Elbette, yoksul bölgelere bugüne kadar görülmemiş hastane ve okul gibi tesisler de yapıldı. Art arda açılışı yapılan bu binalardan dolayı, sadece muhalifler değil tarafsız analistler bile 2010’lu yıllarda bugünleri haber verdiğinde Venezuela halkının büyük bölümü doğal olarak onlara inanmıyordu. FONDEN’in kurduğu hastanelerden birinde tedavi olurken 2012’de Reuters’e konuşan 58 yaşında bir Venezuelalı, ‘Chavez’in ülkenin parasını çarçur ettiği bir yalan. Gerçek olsaydı böyle hastanelerimiz olabilir miydi?’ diye tepki gösteriyordu örneğin…
Petrol, 1990’ların sonunda bile Venezuela’nın toplam ihracat gelirinin yüzde 80’inden azını oluştururken bugün yüzde 96’sına ulaşmış durumda. 2010’a kadar petrol parası akarken fark edilmeyen bu sorun, ham petrol fiyatı ciddi oranda düşünce günyüzüne çıktı. Ülke hiçbir şey üretmiyordu neredeyse herşeyini ithal ediyordu. Hiçbir ekonomi bilgisi olmayan Maduro döneminde kriz daha da belirginleşti. Örneğin, yoksulların alım gücünü korumak iddiasıyla birçok perakende ürüne tavan fiyat zorunluluğu getirildi. Fiyat etiketleri, yoksullara uygun bir düzeyde kaldı. Ama tabii ki bu bir seraptı. Raflarda hükümetin belirlediği düşük fiyat etiketleri yer aldı ama malların kendisi kayboldu. Tuvalet kağıdından temel gıda maddelerine kadar her şey, tezgah altında kara borsada satılıyor artık. Venezuela, 2017 ilk çeyreği itibarı ile yüzde 700’lerdeki oranıyla dünyanın en yüksek enflasyonunu yaşıyor. Hükümet, işlerini yürütebilmek için durmadan karşılıksız para basıyor. Bunun sonucu olarak da Venezuela parası son iki yılda yüzde 93 değer kaybetti. İnsanlar parayı sırt çantasında taşıyor.
Hükümette tek bir ekonomist bakan bile yok. Maduro’nun ekonominin başına atadığı bakan, ‘enflasyon diye bir olgunun varlığını bile kabul etmiyor’. Doğal olarak bu bakana göre para basmanın enflasyonu azdırması söz konusu değil. Ülkenin acil krediye ihtiyacı var ancak dünyada hiçbir kurum ve ülke, yüksek riskten dolayı Venezuela’ya kredi vermiyor. 60 milyar dolara yakın borçlanılan Çin de artık sadece ülkenin petrol zenginliği üzerinde uzun vadeli önemli imtiyazlar karşılığında yeni kredi verebileceğini belirtiyor.
Devlette tek başlılık felaket getirdi
Venezuela’yı bugüne taşıyan en önemli nedenlerden biri ise Chavez’in çeşitli anayasa değişiklikleri ve referandumlarla aşama aşama pekiştirdiği tek adam rejimi oldu. 2004 yılında yüksek yargıyı da tamamen denetimi altına aldıktan sonra Venezuela devletinde yargısal denetim ve kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalktı. Bunun yerine sadece Chavez’e sadık son derece politize bir yargı oluşturuldu. Hükümetin istemediği kararları alan yargıçlar ya tutuklandı veya tasfiye edildi.
Muhalefet liderleri ve aktivistler değişik suçlamalarla hapsettirildi. Medya için, devletin yüksek makamlarına saygısızlığı kriminal suç haline getiren yasalar çıkarıldı. Muhalif medya baskılarla tasfiye edildi. Gazeteler, televizyonlar el değiştirdi. Bugün ülkedeki bütün televizyonlar ve gazeteler ya doğrudan ya da dolaylı olarak Maduro hükümetine bağlı.
Venezuela halkı ülkenin ve paralarının çok kötü yönetildiğini günlük yaşamında farkedip bir şey yapması gerektiğini anladığında artık geçti. Mevcut rejimdeki son demokratik fırsat olan 2015 Aralık ayındaki seçimlerde parlamentonun üçte ikisini muhalefet kazandı. Bu kağıt üstünde rejimin 16 yıllık iktidarını bitirdi. Ama uygulamada böyle olmadı. Görevi biten eski parlamento, yeni milletvekilleri göreve başlamadan alelacele meclisin, merkez bankası üzerindeki denetim yetkisini kaldırdı. Yüksek Mahkemenin görev süresi bitmeye az kalmış 12 üyesinin yerine yenilerini seçerek muhaliflerin bu koltuklara atama yapması da engelledi. Yüksek Mahkeme, muhaliflerin çoğunluk olduğu parlamentonun geçirdiği yasaların çoğunu iptal ediyor. Meclisin devlet başkanlığı seçimi için referandum kararını Maduro’nun kontrolündeki Yüksek Seçim Kurulu iptal etti. Öyle ki, Maduro her yıl Parlamento’ya hitaben yaptığı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasını bu yıl parlamento yerine kendi kuklası Yüksek Mahkeme’ye yaptı.
Her gün yaşanan yağma veya isyan olaylarına yayın yasağı getirildi. Maduro ve medyası, ülkeye karşı ekonomik savaş başlatıldığını iddia ediyor. ABD’nin Venezuela rejimine husumeti ve Amerikan medyasının bazı abartılı yalan haberleri de Maduro’nun bu propagandasına kendi tabanında destek bulmasına yardım ediyor. Her basit tepkiye, her basit eleştiriye, en masum protestoya bile kolayca  ‘devlete komplo’, ‘darbe girişimi’, ‘karşı devrim’ yaftası vuruluyor. Ülke hapishanelerinde 10 bine yakın siyasi mahkum var. Bunların en ünlüsü Maduro’ya karşı başkan adayı olacakken tutuklanan eski belediye başkanı Leopoldo López. 76 muhalif belediye başkanından 33’ü yargılanıyor.
Yolsuzluk bitecekti, ama sistemleşti
Chavez ilk kez seçildiği 1998’de üç vaatte bulunmuştu: Yeni bir anayasa yapılacak, yolsuzluk yok edilecek ve yoksullukla mücadele edilecekti. Ancak Chavez, keyfiliği önündeki engel bırakmamak için her türlü bağımsız denetim mekanizmasını kaldırdıkça yolsuzluk ve suçlar bireysel olmaktan çıktı sistematik hale geldi. Kendisine sadık olanların yaptıkları yolsuzlukları görmezden gelerek onları ödüllendirdi. Transparency International’e göre artık dünyanın en yolsuz sekizinci ülkesi konumunda. Oysa 2000’lerin başında bile Venezuela, Şili’den sonra Latin dünyasının en şeffaf ülkesi konumundaydı. Muhaliflerin iddiasına göre hükümetin bazı üyelerinin 2003 yılından beri sadece gıda ithalatından kazandıkları kişisel haksız kazancın miktarı 200 milyar doları geçmiş durumda. Rejimin dayanaklarından olan ordunun komutanları, gıda dağıtımı ordu kontrolünde olduğu için bugünkü gıda kıtlığından da en fazla kar edenler konumunda. Chavez’e göre daha zayıf bir lider olan Maduro, komutanların desteğini kaybetmemek için bu yolsuz işleyişe müdahale etmiyor. Chavez döneminde bir ara bakanlık da yapan devrimci aktivist Roland Denis2015 Haziran ayındaki bir röportajında, yolsuzluğun bireysel olmaktan çıktığı, ve devlet içinde yüzlerce küçük mafya örgütlenmesi oluştuğu itirafında bulunacaktı. Röportajında mafyatik oluşumların olduğu resmi kurumları isim isim açıklayan Denis, sadece kur dalgalanmasından Venezuela’nın kaybının 300 milyar dolar olduğunu ve yolsuzluğun neden olduğu kaynak kaybının ise bunun çok daha fazlası olduğunu söylüyordu.
Bugün bütün anketlere göre halkın en az üçte ikisi Maduro’nun görevden derhal ayrılmasını istiyor. Maduro’nun normal bir seçimde kazanma şansı artık kesinlikle yok. O yüzden seçime gidemiyor, muhalefetin kontrolündeki parlamentoyu ise fiilen devre dışı bırakageldi. Tamamı Maduro’ya sadık adamlarından oluşan Yüksek Mahkeme, 15 aydır bu parlamentonun aldığı her kararı, çıkardığı her yasayı iptal ediyor.
Ve nihayet Venezuela halkı Perşembe sabahı uyandığında bu göstermelik demokrasinin de sona erdiğini gösteren ve ‘diktatörlüğün resmileşmesi yolunda’ yeni bir sürprizle karşılaştı. Üyelerini Devlet Başkanı Maduro’nun atadığı Venezuela Yüksek Mahkemesi Çarşamba gecesi aldığı bir kararla, 2015 seçiminde Amazon eyaletinden seçilen üç milletvekilinin usulsüzce seçildiği iddiasıyla, konu yargıda çözülünceye kadar parlamentonun bütün yetkilerini üstüne aldı. Oysa söz konusu üç milletvekili oylamalara bile katılmıyordu. Maduro artık ‘’yasal’’ olarak da ülkedeki tek güç. Bir başka diktatör Alberto Fujimori’nin Peru’da 1992 yılında Peru Kongresini dağıtmasından beri ilk kez bir Güney Amerika ülkesinde devlet erklerinden biri tamamen askıya alınmış oldu. Maduro artık yalnız olduğunu da biliyor. Çünkü Amerika Kıtası Devletleri Organizasyonu OAS bile geçtiğimi hafta Venezuela’nın ihracı istemiyle toplandı. Ancak şimdilik, Maduro’nun seçimleri ertelemesini ve muhalifleri kitlesel şekilde tutuklama politikasını eleştirmekle yetindi. Buna karşılık Maduro, OAS’ı Venezuela’da darbe hazırlığıyla suçladı. Nitekim, OAS zirvesinin başlamasından birkaç saat önce Venezuela Yüksek Mahkemesi milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmanın ve anti-Maduro milletvekillerinin, özel mahkemelerde vatana ihanetle yargılanmasının yolunu açtı.
7-8 yıl öncesine kadar Güney Amerika’da herkesin gidip yaşamak istediği bir ülkeydi Venezuela. Bugün Kolombiya, Orta Amerika, ABD ve diğer bölge ülkeleri Venezuela’yı terk eden göçmen akınına uğruyor.  Ülkeyi terk etmek isteyen Venezuelalıları hiç akıllarına gelmeyecek bir engel daha bekliyor; Pasaport yokluğu. Venezuela’nın sıfırı tüketmiş hükümeti, para olmadığı için pasaport basacak ekipmanı ve malzemeyi ithal edemiyor. Başvuran yüzbinlerce kişi pasaport alamadığı için ülkeyi terk edemiyor. 11 pasaport makinesinden çalışır düzeyde sadece iki tanesi kaldı. Onların bastığı pasaportlar da Kimlik ve Göçmen Dairesi (SAIME) memurlarınca karaborsada tanesi 500 dolara satılıyor. Yani bir Venezuelalı memurun bugünkü aylığının 45 katı fiyatına.
Venezuela, 16 yıldır aşama aşama inşa edilen bir çabayla ağır ağır intihar eden bir ülke görünümünde. Nefret bir politik strateji. Komplo teorileri hemen her sorunun tek resmi açıklaması. Hukuk, adaletin değil rejimin hükümranlığının aracı. Devletin her köşesinden yolsuzluk ve organize suç, toplumun her köşesinden yoksulluk ve sefalet akıyor. En masum itirazlar, protestolar bile güvenlik kuvvetlerinin sert şiddeti ile bastırılıyor.
Güney Amerika’nın büyük bölümünü İspanyol emperyalizminden özgürleştiren Simon Bolivar, ‘’yönetenler, en duymak istemeyecekleri gerçekleri bile dinleyebilmeli’’ diyordu. Bolivar’ı ilham kaynağı olarak gören ve kendisini ‘Bolivarian devrim’ olarak tanıtan Venezuela yönetiminin, duymak istediklerinden başkasını dinlemeye tahammülü yok. Bu yüzden de, geleceğe umudunu yitirmemek bile rejim karşıtı politik bir aktivizm görülebiliyor.
2015 yılında polis, Daniel Yabrudy adlı bir muhalif aktivist ile arkadaşlarını, Caracas’taki bir süpermarketin önünde kuyrukta bekleyenlere kahve ve su ikram ederken gözaltına aldı. Polise göre suçları büyüktü. Çünkü bardakların üzerine şöyle yazmışlardı:
Buna asla alışmayın! Daha iyi yaşamamız mümkün’.

29 Mart 2017 Çarşamba

ATATÜRK, KENDİ PARASIYLA İRAN'DAN NEDEN TOPRAK SATIN ALDI

İleri görüşlülüğü ile her zaman dikkat çeken Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün pek bilinmeyen bir özelliği de bulunuyor. O da zekası sayesinde Türkiye ile Türk Cumhuriyetlerinin bağlantısının olabilmesini sağlamasıydı.
Nahçivan, Azerbaycan'a bağlı özerk bir bölge, fakat ülkeyle fiziki bağlantısı olmayıp türk devletleri arasında Türkiye ile kara sınırı bulunan tek toprak parçasıdır. Peki neden hala Azerbaycan'a bağlı özerk bir bölgedir biliyor musunuz? Tamamen Atatürk sayesinde.

Türkiye'nin en kısa kara sınırı olan komşusu, Nahçivan Özerk Bölgesi. Ermenistan ile İran arasında sıkışmış bu bölge Iğdır ile komşu. Toplam “kara sınırı uzunluğu ise 12-13 km” civarında. Çok kişinin bilmediği bir husus var. O da Türk dünyasına açılan tek kapı olan Nahçivan sınırının zamanında Mustafa Kemal Atatürk tarafından “bizzat kendi parasıyla” İran'dan satın aldığı topraklardan oluştuğu. Bu topraklar şu an bize ait ve Nahçivan sınırımızı oluşturuyor.
Atatürk bir kez daha dehasını ve ileri görüşlülüğünü ortaya koymuş ve bu bölgeden toprak satın alarak hali hazırda Türk dünyası ile doğrudan sınırımızın olmasını sağlamıştı.
Dönemi şartlarına göre ve ileri görüşlülüğü ile değerlendiren Atatürk, bölgenin yukarısında Sovyet Rusya ve Ermeniler, aşağısında ise İran ile olası bir durumda ilişkiler bozulursa Türk devletleri ve Orta Asya ile bağlantımızın olabilmesi için, devlet hazinesini kullanmadan, kendi cebinden o toprak parçasını alıp Türkiye Cumhuriyeti'ne katmıştır.
90'lerin başında Sovyet Rusya'nın dağılma sürecine girmesiyle birlikte Ermeni birlikleri, Ruslardan temin ettikleri silahlarla Nahçivan'a saldırırak bölgeyi ele geçirip, insanları esir etmeye çalışmıştı. Fakat Nahçivan'ın düşme ihtimalini gören dönemin Türk hükümeti sınır kapısından Nahçivana silah ile ilaç yardımı yaparak bölgeyi korumuş ve Sovyet Rusya'nın dağılması sonrasında özerk bir bölge olarak bağımsızlığını ilan etmesinde büyük katkı sağlamıştır.
Mustafa Kemal, sadece kendi ülkesini değil ileri görüşlülüğü, zekası sayesinde başka ülkedeki insanların da hayatını ve geleceğini yıllar sonra dahi kurtarmayı başarmıştı.


11 Mart 2017 Cumartesi

http://nacikaptan.com/wp-content/uploads/2017/02/H%C4%B0TLER6.jpg IRKÇILIK & FAŞİZM DOSYASI : HİTLER FAŞİZMİ NASIL GERÇEKLEŞTİ ???

http://nacikaptan.com/wp-content/uploads/2017/02/H%C4%B0TLER6.jpg

http://nacikaptan.com/wp-content/uploads/2017/02/H%C4%B0TLER.jpg
SELAMİ İNCE
23.12.2012
Meclis Hitlere diktatörlük yetkisini, 24 Mart 1933 tarihli oturumunda, yüzde 70i aşan ezici milletvekili çoğunluğuyla verdi. Oylamaya 81 Almanya Komünist Partisi (KPD) milletvekilinden bir teki bile katılamadı. Çünkü hepsinin milletvekilliği kısa süre önce düşürülmüş, birçoğu gözaltına alınmıştı. Sosyal Demokrat Partili (SPD) 120 milletvekilinden bir kısmı bile komünist ya da vatan haini suçlamasıyla vekillikten atılmış ya da aranır duruma düşmüştü. Sadece 94’ü meclise gelebiliyordu. Hitlerin büyük planları, büyük hedefleri vardı. Büyük hedeflere ulaşmaya çalışırken, karşısına kuvvetler ayrılığı” gibi hiçbir engelin, hiçbir formalitenin çıkmasını istemiyordu.
Mecliste Hitler yeterli çoğunluğa sahipti ama destekçileri diğer sağcı milliyetçi partiler de zaten Hitlerin ağzının içine bakıyorlardı. Hitler, yasayı çıkartmaya Meclise bizzat faşist simge olan kahverengi gömleğiyle geldi. Yasa çıkınca da memnuniyetini dile getiren konuşmayı yaptı. Hitlerin sonraki propaganda bakanı Joseph Goebbels yasanın çıktığı günkü duygularını aynı gün defterine şöyle not ediyordu: Buradaki gibi, halledilip yere çalınan bir şey bu zamana kadar görülmedi Emsalsiz bir başarı bizi bekliyor…”
Hitler, kısa sürede emsalsiz başarılar elde etti de.
YÜRÜTME DE SAF DIŞI EDİLDİ
Hitler, yasa çıkartmak dâhil bütün iktidarı üzerinde toplayan yetkiyi almasından sonra, bu Meclisi feshedip 12 Kasım 1933 tarihinde, yalnızca kendi partisi NSDAPnın tek listeyle katıldığı yeni bir genel seçim yaptı. Ayrıca seçimlerde halk Almanyanın Milletler Cemiyetinden ayrılmasını da onayladı. Hitler taa o zaman Milletler Cemiyetinin fuzuli ve ayrımcı” olduğunu anlamıştı.
Peki, Meclis böyle yetkisizleştirildi de hükümet daha mı fazla yetkiyle donatıldı? Hayır, öyle göründü ama asla böyle bir şey olmadı. Hitler bakanlara, benim bakanım bile demiyordu. Bakanları doğrudan muhatap almıyor, ya sekreteri ya da müsteşarı aracılığıyla emirlerini iletiyordu.
Rakamlarla kabinenin durumu şöyleydi: Kabine 1933 yılı Şubat/Mart ayı içinde 31 kez toplanmış. Yetkilendirme Yasası (Ermächtigungsgesetz) çıktıktan sonraki iki aylık Nisan/Mayıs döneminde ise, 16 kez toplanmış. İlk başlarda oldukça çalışkan bir kabine görüntüsü var. Ancak yılın bundan sonraki 7 ayı ve tüm 1934 yılı içinde kabinenin toplantı sayısı sadece 42de kalmış. Bunlara kaçına Hitlerin bizzat katıldığı da belli değil. Kabinenin bundan sonraki toplantısına dair bir kayıt yok. 4 yıl toplanmayan kabinenin son toplantı tarihi ise, 5 Şubat 1938. Sonra yine toplantı yok.
Böylelikle Hitler, kuvvetler ayrılığı içindeki önemli bir kuvveti daha yani yürütmeyi de saf dışı etmiş oldu. Bakanlar kurulu da işlevsiz hale gelirken, Hitler, kabine dışı odaklarla iş yapmaya ve çok sayıda “özel yetkili kişiyle çalışmaya başladı.
ADIM ADIM FAŞİZM
Bir milliyetçi partiler koalisyonu olan Hitler hükümetinde başlangıçta Hitlerden başka sadece iki faşist daha vardı: İçişleri Bakanı Wilhelm Frick ve Hitlerin verdiği özel işleri yapmakla görevli bakan Hermann Göring. Daha sonra Joseph Goebbels propaganda Bakanı oldu. Ardından diğer partilerdeki bakanların hepsi Hitlerin partisine geçti. Önce Komünist Partisi, sonra 22 Haziran 1933te de Almanya Sosyal Demokrat Parti vatan haini olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Ardından bütün partiler yasaklandı. Hitlerle seçim işbirliği yapan parti bile yasaklandı. Hitler yasakladıkça, herkes Hitlere daha fazla takla atmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg 2 Ağustos 1933 tarihinde öldü. Hitler kendini Führer ve başbakan ilan etti. 19 Ağustos 1934te Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığın aynı kişide toplanmasına dair halk oylaması yapıldı. Tabi ki Hitlerin istediği oldu. Aynı gün bütün önemli kurumlar tek elde, Hitlerde toplandı. Partisi, devlet oldu.
Hitlerin yaptığı her şeyi halk ve partisi coşkuyla destekledi. Komünistler götürülürken herkes sustuğu için, daha sonra hikâyeyi biliyorsunuz: Yahudiler, sosyal demokratlar, liberaller falan götürülürken sesini çıkaracak ortalıkta kimse kalmadı. İş işten geçtikten sonra herkese, zamanında Hitlere karşı çıktığını, Hitleri uyardığını anlatmaya başladı.
ÖNCE ATAMAYLA SONRA SEÇİMLE GELDİ
Almanya Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Adolf Hitleri, 30 Ocak 1933 tarihinde başbakan atadı. Böylelikle Almanyada hükümet,5 Mart 1933 seçiminden önce 1 Şubat 1933ten itibaren faşistlerin eline geçti. Hitlerin atanması meclisin çaresizliği sonucu oldu. Siyasal ve ekonomik krizler karşısında çaresiz kalan Almanya, Hitlerden önce 3 yılda iki hükümet değiştirdi.
Bir önceki başbakan antikomünist Franz von Papenin planına göre, Almanyada komünistler, Almanyada devrimci durum yaratacak bir genel greve gidecekler ve istikrarsızlık daha da artacaktı. Franz von Papen, Hitlerin, siyasi kriz içindeki Almanyayı erken seçime götürmesini istiyordu. Franz von Papen, erken seçimde Hitleri alt edeceğini düşünüyordu ve zaten iyice yaşlanmış olan Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburga da bütün bunu inandırmıştı. Elbette Hitler de, iktidarı alınca, bir daha bırakmayacağını biliyordu.
14 Eylül 1930 seçimlerinde yüzde 18,3 oy alan NSDAP, Mecliste sosyal demokratlardan sonra ikinci partiydi. Her açıdan kriz yıllarıydı ve Alman parlamentosu bir de bunları denemek zorunda kaldı. Faşistler, yıllardır koalisyonlarla yönetilen ülkede halkın istikrarsızlıktan,1.dünya savaşı yenilgisinden ve 1929 ekonomik krizi etkilerinden iyice bıktığını görüyordu.
Hitler, atandığı gün radyodan halka seslendi ve neler yapacaklarının ipuçlarını verdi: Alman birliği kurulup Avrupanın Alman hâkimiyetinde olması sağlanacak ve dünya komünizm belasından kurtulacak. Başta büyük sermaye olmak üzere Hitler herkesten tam destek gördü. 5 Mart 1933te ise seçilerek tekrar geldi.
ASIL SORUN KOMÜNİZM
27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag yandı. Alman parlamentosunun yanması, Hitlerin asıl niyetinin ne olduğunu gösteren başlangıçtır. İçişleri Bakanı Wilhelm Frick, Hitlerin emriyle hemen yangın sabahı Devletin ve Halkın Korunması Kararnamesini çıkardı. Kararname öğleden sonra Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından imzalanarak yürürlüğe girdi. Kararnamenin özünü, Devleti tehdit eden komünizm şiddetine karşı savunma oluşturuyordu.
Hitler, Reichstag’ı kendi yaktırdığı net olduğu halde, suçu komünistlere yıktı ve milletvekilleri başta olmak üzere çok sayıda komünist bu kararnameye uygun tutuklandı. Rejim muhalifi bütün yayınlar yasaklandı, sendikalar kapatıldı. Seçimlere kadar komünistlere karşı tam bir cadı avının başlatıldığı Almanyada seçimden 3 gün sonra Alman Komünist Partisinden seçilmiş bütün milletvekillerinin vekilliği bu kararnameye dayandırılarak düşürüldü. Böylelikle Hitler, anayasal değişiklikler yapabileceği kadar milletvekiline, yani meclisin üçte birine sahip oldu.
 http://nacikaptan.com/wp-content/uploads/2017/02/Almanya-Parlamentosu-Reichstag.jpg

SELAMİ İNCE
28.02.2016

Reichstag yangını bugünlerde ne anlatır?

Bir hatırlatma: Alman faşizminin başlaması için Alman Parlamentosunun yakılması gerekiyordu.
Almanya Parlamentosu (Reichstag) 27 Şubat 1933 gecesi yakıldı. Hitler, azınlık hükümetindeydi. 5 Mart 1933 tarihinde genel seçim vardı ve Hitler tek başına iktidar olmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Yangın, Hitlere sadece tek başına iktidar değil sonsuz da bir güç verdi. Bu yıldönümünde yangını, yangın davasını ve sonrasını çok kısaca özetleyelim.
Berlinde olay yerinde Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van der Lubbe yakalandı. Komünist olduğunu söyleyen Marinus, polisin söylediğine göre, kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlattı.
Yangın gecesine dönelim: Reichstag yangını binanının çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkmıştı. Oysa Marinus van der Lubbe, ne binayı tanıyordu ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek yeteneğe sahip biri gibi görünmüyordu. Kaldı ki, Almanyada veya Berlinde yaşamıyor, Almanyada kimseyle bir ilişkisi de yoktu.
Hollandada ev sahibi kadın, Marinusun olayla ilgisinin ne olabileceğine dair önemli bir detay anlatmıştı. Ev sahibine göre, Marinus, Berlindeki Almanlardan oraya gelmesi için bir çağrı aldı. 12 Şubat tarihinde gelen bu çağrı post kartı Marinusa göre Alman komünistlerden geliyordu ve orada çok önemli illegal bir işi halletmesi gerekiyordu. Marinus evini terk etti ve 18 Şubatta Berline geldi. Marinus, gözü pek, atılgan, sosyalist çevrelere girip çıkan bir gençti ve Hollanda komünist çevrelere girer çıkardı.
Bu post kartını kimler yazmıştı? Bunlar Alman komünistler miydi? Hayır, bununla ilgili hiç bir bilgi yok. Ancak, Marinus, görüştüğü insanların Komünistler olduğuna inanıyor ve komünist mücadele uğruna Reichstag’ı yakmaya karar veriyor. Ya da Alman polisine bunları anlattığı söyleniyor. Ancak, kendisi bir köşede yangın çıkarırken, başka kişilerin de oralarda olduğundan ve bu kişilerin işlerini garantiye almak için binanın diğer bölgelerini ateşe verdiğinden haberi yok.
Eylemci sanık olarak aynı gece gözaltına alınan Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ve yine gözaltına alınan Bulgar Komünistler Georgi Dimitrow, Blagoi Popow ve Wassil Tanewi tanımıyor bile.
Faşizm uyumaz
Olay gecesine bakıldığında büyük faşistlerin hazırlıklı ıolduğu görülüyor. Adolf Hitler, Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick gibi faşist büyükler yangın yerine gelmekte ve orayı miting alanına çevirmede gecikmedi. Hitler o akşam suçluyu tespit etti: Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!

Hitler şöyle devam etti:
Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerde görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok. Faşist Göring de bir çift laf etti: Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz…“
Göring doğru söylüyordu. Bir gün bile beklemediler ve sabah Cumhurbaşkanı adına Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi çıkarıldı. (Die Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat Reichstagsbrandverordnung.) Bu kararnameyle birlikte, yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırıldı, Almanya pratikte demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya almış oldu. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verildi. Reichstag yangını faşizme geçisin en önemli adımı oldu. Toplama kamplarının ilk nüveleri burada atıldı çünkü kısa sürede 100 bin Alman Komünist Partisi üyesi ve sosyal demokrat tutuklandı.
Aydınlar da gözaltında
Hitlerin partisi NSDAP, komünistlerin ve sosyal demokratların isyan başlattığını iddia ederek bu iki partiye karşı cadı avına girişti. Berlindeki bütün komünistler evlerinden alındı, bütün KDP milletvekilleri tutuklandı. Parti seçim çalışması yapamaz hale geldi. Marinus van der Lubbeden sosyal demokratlarla da ilişkisi olduğuna dair ifade aldılar. Bunun üzerine seçimden önce partiye yakın medya tümden kapatıldı, partinin 14 gün afiş asması yasaklandı. (Elbette beklenildiği gibi NSDAP tek başına iktidar oldu.)
Daha 28 Şubat günü Almanyanın dünya çapındaki entelektüelleri, gazeteci ve yazarları da tutuklandı. Tutuklanan bazı isimler şunlar:
Alfred Apfel, Fritz Ausländer, Rudolf Bernstein, Felix Halle, Max Hodann, Wilhelm Kasper, Egon Erwin Kisch, Hans Litten, Erich Mühsam, Carl von Ossietzky, Wilhelm Pieck, Ludwig Renn, Ernst Schneller,Werner Scholem ve Walter Stoecker. Bir kaç gün sonra da Komünist Parti Genel Sekreteri Ernst Thälmann tutuklandı. Daha sonra Bulgaristan Başbakanı olan komünist teorisyen Georgi Dimitrow da davanın tutuklu sanığı idi.
Marinus van der Lubbenin yargılanmasına 21 Eylül 1933te başlandı. Daha önce enerjik ve kabına sığmayan bir genç olan Marinusun adeta yerlerde süründüğü görüldü. Marinusun bromla zehirlendiği, hipnotize edildiği veya uyuşturucu verildiği gibi tartışmalar yapıldı. Yargılama boyunca Marinus sorulara evet ya da hayır dışında bir cevap veremedi, cümle kuracak gücü olmadı. Dava bitti, Marinus 10 Ocak 1934 tarihinde idam edildi. Tüm yargılama süreci boyunca Dimitrowun yaptığı savunma ise, bütün bu sürecin faşistlerce planlandığını kanıtlar nitelikte. Bundan sonra da zaten faşist baskı Dimitrowun söylediklerine uygun sürdü. Yeryüzü kana boyandı.
Yaptıranlar da yargılayanlar da aynı
Marinus van der Lubbe, Reichstag’ı yaktığını kabul etse de, kundaklamayı kimin yaptırdığı aydınlığa kavuşmadı. Çünkü, Alman sol çevrelerde ve uluslararası kamuoyunda Marinusa kundaklamayı yaptıranların aynı zamanda Marinusu yargılayanlar olduğu imajı hiç silinmedi.
Yıllar sonra Marinusun kardeşi Jan van der Lubbe, kardeşinin yeniden yargılanması için mahkemeye başvurdu. 1980 yılında Berlin Mahkemesi faşist dönemdeki yargılamaların tümünün zaten hukuk dışılığına hükmedildiğini hatırlattı ve ayrıca Marinusun beraatine karar verdi. Alman Komünist Partisi olayı araştıran komite kurdu ve partiden kimsenin Marinus ile bir ilişkisinin olmadığını saptadı. Ayrıca, Marinusun akli dengesinin bu suçu işlemeye uygun olup olmadığına dair o zaman hazırlanan doktor raporu hala kayıp. Yangını başlattığına dair ilk ifadesi dışında kanıtlar da yok.
Hollandada bir çok meydana Marinus van der Lubbe adı verildi. 27 Şubat 2008de olaydan 75 yıl sonra Hollandada yaşadığı şehir Leidene heykeli dikildi ve adı verilen bir sitenin duvarına fotoğrafı afiş olarak asıldı.
Naci Kaptan
http://nacikaptan.com/wp-content/uploads/2017/02/hitler2.jpg